Kentleri ve kentleşmeyi belirleyen; makineler ve onların kolay işleyişinin izleri olmuştur. Mekanların tasarımını belirleyen de aynı biçimde makinelerin ve özellikle endüstri çağında otomobilin varlığı ve yaygınlaşması olmuştur. İlk montaj hattının oluşturulmasından, otomobilin “dünyayı değiştiren makine” haline dönüşmesine dek geçen süreçte ortaya çıkan tüm oluşumlarda kentlerin geleceğinden, imar planlarının ortaya konuluşuna kadar temel yönelimlerin belirleyici değişkeni otomobil olmuştur.
Yaşadığımız kentlerin, mekansal tasarımları insanı temel almayan planlamalarla yapılmış, kentlerdeki yollar, geçitler, araçların kullanımına ilişkin ergonomik tasarımlar bile araçların üretimine ve önceliğine bağlı gerçekleşmiştir.
Kırsal alanları dümdüz çizgiler halinde kesen otoyollarla birlikte, özellikle 1930’lu yıllardan sonra mekanların yoğun biçimde ağ halinde birbirine bağlanması süreci başlamıştır. Bu ağlar öylesine bir mühendislik tekniği ile gerçekleştirilmiştir ki doğal engeller düzlenmiş yada tünellerle geçilmiş, ırmaklar aşılmış, derin ve yüksek vadiler viyadükler veya köprülerle birbirine bağlanabilmiştir. 1950’li yıllardan itibaren kentlerin kendisinde de yoğun kent otoyolları kentin semtleri arasında adeta doğal sınırlar çizmişlerdir. Aynı dönemde kitlelerin motorizasyonundan bu yana, iki yana park etmiş araçlar caddeleri kapattılar. Henüz özgür olan trafik alanlarında, çoğu geçici iyileşme ve seyreltmeler sağlayan park yerleri inşa edildi. Mimarinin bu yeni biçimi, otomobilin bırakılması ve korunmasının sağlanmasının getirdiği ihtiyaçları karşılamakla yükümlü hale geldiler. Müstakil evler için garajlar, bloklar ve süper marketler için yer altı otoparkları, bu dönemin ürünleri olarak ortaya çıktı. Trafiğin düzenlenmesi için cadde trafik düzeninin görsel anlatımına tekabül eden trafik işaretleri arttı ve içinde yaşadığımız görüntü kirliliği oluşmuş oldu. Trafik lambaları otomobillerin, hareket ritmini, trafik içi zaman sekansları olarak düzenlemeye başladılar. Dolayısıyla eskiden insanın öncelikte olduğu bir dolaşım sistemi, otomobilin ara verdiği ve beklemekten sıkıldığı anlardaki geçiş üstünlüğüne ve “özgürlüğüne” dek gerilemiş oldu. 20. Yüzyılın başlarında hemen hemen serbest olan cadde ve mekanlara oranla giderek otomobil trafiği için ana arter egemenliği, bu trafikten türeyen yapısal düzenlemeleri de zorunlu kıldı. Trafiğin basit, korunmasız ve “zayıf” halkaları olan bisikletliler, yayalar ve bunların içinde özellikle çocuklar, yaşlılar yada fiziksel engelli insanlar üzerinde giderek artan bir hegemonya zinciri oluşmuş oldu.
Taşınan insan ve mal miktarındaki artış, yeni caddelerin ve otoyolların yapımını da tetiklemiştir.
Kaynak: Mehmet Kartal’ın27-28 Mayıs 2005 tarihleri arasında TMMOB Makine Mühendisleri Odası IX. Otomotiv ve Yan Sanayii Sempozyumu’nda “Otomobilsiz Kent Bir Ütopya mı? Geleceğin Zorunluluğu mu?” konulu makalesinden derlenmiştir.