Ruhunu Verdiğin Anda

Televizyonlarda “Fatmagül’ün Suçu Ne?” dizisinin rüzgâr gibi estiği dönemde bilgisayarıma bir mail geldi. Şehir fırsat kuponları içerisinde uygun bir kahvaltı önerisi vardı. İlginç olan kahvaltı değildi, kahvaltıyı veren yerdi; Fatmagül’ün Mutfağı…

Dizide sıkça görmeye alışık olduğumuz mekânı yakından görmek için aslında iyi bir fırsattı.

Son anda kuponu almaktan vazgeçtim. Bu kadar popüler olan bir yerde bir de üstüne fırsat kuponu varsa -iğne atsan yere düşmez misali- kalabalık olmasından endişe ettim. Yine de çocuklar için farklı bir hafta sonu planımın içerisinde öğleden sonra sürprizi olarak gitmeye karar verdim.

Dışarıdan bakıldığında çok albenisi yokmuş gibi görünse de içerisi renkli ve farklı objelerle sıcak, şirin bir atmosfer oluşturmuştu. Mekânın sahibi aynı zamanda usta şef olarak yemekleri de kendisi yapıyordu. Biz gittiğimizde çok fazla müşteri yoktu. Bizden başka iki masa daha vardı. Fırtına sonrası sessizliği gibi kalabalık geçen kahvaltı servisinin yorgunluğunu üzerinden atıyordu sanki.

Önce servis hizmeti yapan arkadaşla ve sonrasında da işletmeci ile samimiyeti artırmamız fazla uzun sürmedi. Yemeklerden konu açıldı, farklı yemeklerden ve lezzetten konuştuk. Bodrum’dan başlayıp İstanbul’a uzanan ve dizi ile tanışmaya varan uzun bir sohbet ettik.

Bu arada karnımız da acıkmıştı, çocuklar sabırsızlanıyordu. Yemek seçimini ustamıza bıraktık. Mutfak salonun içerisindeydi ve yapılan her şeyi rahatlıkla izliyorduk. Biraz vakit geçti, mutfakta bazı terslikler olduğunu hissedebiliyordum. Hissetmeme gerek yoktu aslında görebiliyordum. Mutfakta farklı bir telaş ve yüzlerde endişe vardı.

Nihayet yemekler geldi. Konuşulanlarla ortaya çıkan lezzet aynı değildi. Ne yazıkki bizden geçer not alamamıştı. Nasıl alsın ki? İlk yemek yandığından ikinci yemeği yetiştirebilmek adına hem hızlıca hem de eksik malzeme ile çalışmışlardı. Tadı tuzu yerinde olmayan yemeğin en önemlisi de baskı ve endişe içerisinde yapıldığından ruhu yoktu.

***

Benim elim yemek yapmaya biraz yatkındır. Özellikle de yeni tarifler ve tatlar üzerine çalışmalar yaparım. Genellikle tarif üzerinden gittiğim nadirdir, kendimden bir şeyler katmaya çalışırım. Ölçüleri ve baharat karışımını kendim ayarlarım. Bazen eklemeler ve çıkarmalar yaparım. Çoğunlukla iyi sonuçlar çıktığını da rahatlıkla söyleyebilirim :)

Bu başarımı en çok da rahat olmama bağlıyorum. Yaptıklarımı kimseye beğendirmek zorunda değilim, kendimin beğenmesi yeter.

***

Hanımların “gün muhabbetleri” meşhurdur. Yer, içer, muhabbet ederler ve birbirlerinden yemek tarifi alarak günü sonlandırırlar. İlk fırsatta da yeni tariflerini denemekten geri kalmazlar.

İzlenimlere dayanarak şunu söyleyebilirim ki tarifte yazan her şeyi birebir uygulamalarına rağmen aynı sonuç çıkmayabiliyor.

Ben buna biraz da elin ayarı olması lazım diyorum. Elin ayarını nasıl ayarlarsınız, tabi ki de ruhunuzla. İçten gelen bir şeydir bu. Ruhunuz beyninize, beyniniz de elinize komut verir. İşte o zaman güzel sonuçlar almaya başlarsınız. Bazıları buna genetik diyebilir, anneden çocuklarına geçer hani. Aslında bu çocukluktan beri izleyerek öğrenme yönteminin bir sonucudur.

Nörolojik deneyler insan beyninin görsel ve işitsel olayları bir arada olduğunda daha iyi algıladığını ortaya çıkarmıştır. Bu yüzden televizyon günümüzün en etkili reklam argümanı olmaktadır.

Örnek olarak, daha önce televizyonda görmüş olduğunuz Coca Cola reklamını bir de radyodan dinlediğinizde şişenin kapağı açılıyor ve bardağa dökülüyor, bu arada hiçbir şekilde ürünün adı geçmiyor ama siz sesi duyduğunuzda gözünüzün önünde hemen buz gibi bir bardak kola geliyor öyle değil mi?

Hemen o anda tüm duyularınız harekete geçiyor ve bir bardak kola içmek istiyorsunuz.

***

Ben Lisans eğitimimi Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Fizik dalında yaptım. Aynı zamanda öğretmenlik yapabilmek için de tüm ek dersleri aldım ve tamamladım. Tüm bu süre içerisinde beynimize birçok teorik bilgiler yüklediler ama kimse bize nasıl bir öğretmen olabileceğimiz konusunda -küçük de olsa- herhangi bir ipucu vermedi.

Benimle birlikte mezun olan arkadaşlarımın içerisinde bugün öğretmenlik yapanlar ve öğretim üyesi olanlar var. Hepsi de görevlerini severek ve başarıyla yapıyorlar hem de -başlangıçta- hiçbir tarif almadan…

Evet, belki birçoğu meslek hayatlarına ilk başladıklarında ne yapacaklarını bilmiyorlardı ama bugün hepsinin ne yaptığını bilen, kararlı ve idealist kişiler olduğuna inanıyorum.

Denediler, yanıldılar, doğru bildiklerini yaptılar, tavsiyeler aldılar ve belki de kendi öğretmenlerinden gördükleri izlenimlerini tecrübeye aktardılar. Hepsi de kendi tariflerini oluşturdular. Ortaya çıkan lezzetlerin hepsi de birbirinden farklıydı. Nihayetinde ellerindeki hamur birbirinden farklıydı. Hepsine de ayrı bir ayar gerekiyordu. Hepsi farklı baharatlar kullansalar da tek bir malzeme değişmiyordu; o da sevgileriydi.

Ben öğrencilere aşırı bilgi yüklenmesinden ziyade görsel ve işitsel olaylara yer verilmesinden, mümkün olduğunca el becerisi ve deneysel çalışmalar yapılmasından yanayım. Öğrencilerin görerek, dokunarak, eğlenerek öğrenmesi taraftarıyım.

Bugün öğretmenlik yapsaydım kesinlikle müfredata bağlı kalmaz mümkün olduğu kadar çok canlandırmalı oyunlar, tiyatro, drama derslerine ve laboratuar çalışmalarına ağırlık verirdim.

Bazı kitaplarda ebeveynlere tavsiye niteliğinde “Bilimsel olarak ders çalışma ve sınavda başarılı olma becerileri çoğu çocukta doğal olarak var olan becerilerden değildir. Bunların öğretilmesi ve sürekli egzersiz yaptırılarak pekiştirilmesi gerekir. Bu becerileri öğretmeye vakit ayırarak, onun okulda daha başarılı olmasını sağlayabilirsiniz.” deniliyor. İyi de öğretmenin okulda yapamadığını ben -bir veli olarak- evde nasıl yapacağım?

Bugün ben öğretmenlik yapsaydım her dersin sonunda çocuklara kısa sürede cevaplayabilecekleri küçük bir sınav yapardım. Böylelikle hem baskı altında neler yapabileceklerini hem de ders içerisinde neler öğrendiklerini görebilirdim. Alacağım geri bildirim bana çocukların eksiklerini gösterecek ve önümüzdeki derse nasıl hazırlık yapmam gerektiği konusunda yardımcı olacaktır.

Bazen aklıma şu soru takılmıyor değil hani; ödev vermiş olmak için mi ödev veriliyor, yoksa araştırmaya, öğrenmeye teşvik etmek için mi?

Çocuklar eve geldiklerinde ders yapmaktan başka hiçbir şeye vakit ayıramıyorlar.

Bu çocuklar evde anne babalarıyla sohbet edecekler, kardeşleriyle oynayacaklar, belki de ev hayvanları ile vakit geçirecekler, kitap okuyacaklar veya müzik, el işi gibi hobileriyle uğraşacaklar. Tabi ki ödev yapmaktan vakit bulabilirlerse…

Ben derim ki; gelin öğretmenlerimiz el ele verelim ve bu işe bir çözüm getirelim. Çocuklarımızı ödev hapishanesinin içerisine mahkûm etmeyelim. Eğitim ve öğretim hayatlarının içerisinde bilgi kirliliğine maruz kalmasınlar. Dokunsunlar, hissetsinler, mevcut tariflere ekleme çıkarma yapsınlar, ruhlarını katsınlar. Baskı altında dahi rahatlıkla iş çıkarmasını öğrensinler. Ellerinden çıkanı önce kendileri beğensinler, sonra başkaları.

Mezun olduklarında seçtikleri mesleklerine göre mevcut tariflere kendilerinden bir şeyler katsınlar. Yaptıkları yemeğin bir tadı olsun, bir de ruhu…

***

İş dünyasına her gün binlerce genç katılmaktadır. Genel olarak baktığımızda bu gençlerin birçoğunun daha önce iş görüşmesi yapmamış, beden dilini kullanmamış, topluluk önünde konuşma yapmamış, ciddi anlamda bir yazışma yapmamış, ofis programları ve cihazlarını kullanmamış olduklarını görebiliyoruz. Sanırsınız hayata daha yeni başlıyorlar…

H. Hüseyin YAYLA

Hüseyin Yayla Kimdir?

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

6 Cevaplar

  1. Gülseren dedi ki:

    bence verilen ödevin niteliği de çok önemli..Ödev oradan al buraya yaz değil…öğrenmeyi pekiştirici,düşünmeye ve araştırmaya yönlendirici olmalıdır..
    Kalemine sağlık…

  2. Gökhan dedi ki:

    Yazınızda dediğiniz gibi mezun oldum ve hayata yeniden (sıfırdan) başlıyorum. Kaleminize sağlık.

  3. Tuğba Oksal dedi ki:

    Kesinlikle muhteşem bir konu!., Yüreğine sağlık…

  4. Fügen DEDE dedi ki:

    Bir eğitimci olarak sözlerinize katıldığımı belirtmeliyim. Ülkemizde eğitim maalesef ızdıraplı bir süreç olmakta. Aslında eğitim ve öğrenme öğrenciye keyif vermeli. Bu konunun bir çok yönü var. Malum eğitim sistemimiz sınav odaklı. Böyle olunca herkesin beklentisi sınav başarısı. Yüklü müfredatlar öğretmenleri de zorluyor, öğrencileri de. Öğrenme yarışa dönüyor. Öğretmen öğrencilere yükleniyor. Ödevler ise keşfetme ve araştırma yapmayı teşvik etmek yerine öğrenciyi zorlayan ve bıktıran bir şekle dönüşüyor. Yani yarış atı gibi koşturmaya yönelik oluyor. Sistem değişmeli. Eğitim sınav odaklı olmaktan çıkarılmadıkça bu sorunlar devam edecek gibi görülüyor.

  5. Hakan dedi ki:

    yazıyı okurken canım resmen cola çekti :)

  6. Sona Küçükyan dedi ki:

    Sayısal derslerde alıştırma yaparak öğrenme pekişir. Bunun dışında yazılı abuk sabuk ödevlerin yararına hiç inanmadım. Enayice yapan yapar, yapmayan ertesi gün onun defterinden alelacele çeker. Her ders anlatılan azıcık konuyu bir-iki kez okuyup derse hazır gitmek yeterlidir. gel gelelim çocuklar diğer derslerin ödevlerini yazıp durmaktan fırsat bulamayıp, benim konuyu okumadan geliyorlar. demem o ki, bu gereksiz ödevler asıl yapılması gerekeni de engelliyor sonuçta.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir